Milano'dan ve Paris Moda Haftası'nda katıldığım defilelerden sonra İstanbul Moda Haftası'na dair yorumlarımı paylaştığım 19.10.2012 tarihli Acunn.com yazım, merak edenler için şimdi La Mode En Vogue'da!
Yazdan beri sizlerden ayrı kalmış olduğum için iyi bir bahanem olmalı, öyle değil mi? Aslında durumun özeti basit; tek kelime, yerli, 5 harfli, durdurulamayan, önüne geçilemeyen, sonsuzluk niteliği taşıyan bir cins isim: VAKİT!
Bir yandan eylül ayında Türk okuyucularıyla buluşan, benim de Milano editörlüğünü üstlendiğim dünyaca ünlü moda dergisi L’Officiel’in lansman hazırlıkları, diğer yandan birçok farklı ülkede düzenlenen ve yine benim Paris, Milano ve İstanbul arasında mekik dokuduğum moda haftalarına davetli olarak katıldığım defileler derken, inanın vakit denince bu kez anlamı çok daha derin, çok daha kaygan oluyor. Yine de; ne var yani karala bir şeyler koy gitsin, diyenleri duyar gibi oluyorum. Bir haberi güncel yayınlamanın ne kadar önemli olduğunun farkındayım; ama yazarım (ya da blogger’ım!) deyip sadece fotoğraf paylaşan veya üzerine kafa bile yormadan sırf önce ben yayınladım diyebilmek için iki kelime karalama yarışına girenlerden hiç değilim. Varsın olsun beni de bölye kabul edin, ne yapayım ben böyleyim…
Bir yandan eylül ayında Türk okuyucularıyla buluşan, benim de Milano editörlüğünü üstlendiğim dünyaca ünlü moda dergisi L’Officiel’in lansman hazırlıkları, diğer yandan birçok farklı ülkede düzenlenen ve yine benim Paris, Milano ve İstanbul arasında mekik dokuduğum moda haftalarına davetli olarak katıldığım defileler derken, inanın vakit denince bu kez anlamı çok daha derin, çok daha kaygan oluyor. Yine de; ne var yani karala bir şeyler koy gitsin, diyenleri duyar gibi oluyorum. Bir haberi güncel yayınlamanın ne kadar önemli olduğunun farkındayım; ama yazarım (ya da blogger’ım!) deyip sadece fotoğraf paylaşan veya üzerine kafa bile yormadan sırf önce ben yayınladım diyebilmek için iki kelime karalama yarışına girenlerden hiç değilim. Varsın olsun beni de bölye kabul edin, ne yapayım ben böyleyim…
Neyse artık bu samimi okur – yazar dertleşmesini bir kenara bırakıp L’Officiel Türkiye’nin lansman gecesinde yaşananlara geçelim. The Sofa Hotel’in terasında hizmet veren Frankie’de gerçekleştirilen; Onur Baştürk, Haluk Akakçe ve çok konuşulan androjen model Andrej Pejic’in de aramızda bulunduğu geceye Tuğba Ünsal’ın Türkçe ve Fransızca olarak seslendirdiği parçalar damgasını vurdu.
Gazeteci sevgilisi Mirgün Cabas’ın hayranlıkla izlediği Tuğba Ünsal sahneden indikten sonra bir süre daha devam eden canlı müziğin ardından DJ Mehmet Garan asıl partiyi başlattı. Gecenin ilerleyen saatlerindeyse, kendini piste atan Andrej Pejic’ten çok, uçarı sanatçı Haluk Akakçe’nin eğlenceli dansı konuşuldu. İstanbul Moda Haftası’nda gerçekleşen Atıl Kutoğlu defilesinde de kendini bir anda podyumda yürüyen modellerin arasına atarak defilenin önüne geçen Haluk Akakçe, bence bu yılın en çılgın figürü olma dalında Oscar’a aday.
Gelelim YAZ-acağım çok şey var derken, kalemimi sertleştireceğim moda haftalarına. Aslında “YAZ” sonunda sizden ayrıyken yaşadıklarımı da paylaşmayı istediğim için bu başlığı seçmiştim ama İstanbul Moda Haftası her şeyi yıktı geçti, geriyeyse elimde bir tek kalemim (klavyem de olur çaktırmayın) kaldı. İstanbul Moda Haftası’na, Milano ve Paris’ten sonra katıldığım için beklentimin fazla yüksek olduğunu düşünenleriniz olabilir. Aksine yorumlarımı harcanan bütçeleri, tasarımcıların imkanlarını göz önünde bulundurarak yapacağımın altını çizmek isterim. Zaten asıl derdim de tasarımcılar değil ya, neyse… Milano Moda Haftası’nda Gucci, Prada, Giorgio Armani, Salvatore Ferragamo gibi birçok defileye davetli olarak katıldım. Bu defilelerin arasında Ümit Benan Şahin’in imzasını taşıyan Trussardi defilesini de izlemek, bir Türk olarak uluslararası platformda ismimizin geçiyor olmasının hazzını yaşattı. Aynı hissi Paris’te, Miu Miu defilesi öncesinde katıldığım Arzu Kaprol defilesinde de yaşamıştım. Adını tarihe moda sektörüyle kazımış iki ülke, İtalya ve Fransa’nın yanında Türk tasarımcıların adının anılması, inanın sandığımızdan çok daha önemli bir başarı.
Peki, Türkiye’nin ve Türk tasarımcıların bu kadar arkasındayken, İstanbul Moda Haftası’na karşı neden aynı hisleri besleyemedim biliyor musunuz? Özetle; davetiye kargaşası, defile girişlerindeki itiş kakış, kendini gardiyan sanan güvenlik görevlileri… Amaç moda endüstrisinin gücünü ve tanıtımını arttırmaksa bu, organizasyonun her basamağının mükemmel şekilde işliyor olmasından geçer. Kısacası organizasyon komitesinin görevi sadece defile alanını hazırlamak değil, aynı zamanda davetlilerin çıkışta memnun ayrılmalarını sağlamaktır ki, kendi adıma maalesef böyle olmadı.
Dilek Hanif, Atıl Kutoğlu, Nihan Buruk, Studio Kaprol, Özgür Masur, Gamze Saraçoğlu, Elif Cığızoğlu… İstanbul Moda Haftası boyunca; basın ya da özel davetli olarak keyifle izlediğim birçok defileye katıldım. Her biri, bugüne kadar sahip oldukları deneyimleri podyuma en iyi şekilde yansıtmaya çalıştılar. Türk moda sektörüne verdikleri bu emekler ve destekleri adına hepsine tek tek teşekkür edilmeli o ayrı, ama defile dışında yaşananlar bu güzel tablonun üzerini ne yazık ki lekeleyip geçti.
Bir davetiye krizi almış başını gidiyor; önde oturmak için direten blogger’lar, basın kartı olanlar olmayanlar, aradan kaynayanlar, durdurulanlar derken VIP girişinde bile insanlar birbirini eziyor. Çünkü davetiyesi elinde olup, birtakım davetiyesiz ismin içeri alındığını gören sıradakiler bu çifte standarta tepkilerini bekleme uyarısını dinlemeden içeri girmekle gösteriyorlar. Egosu şişik güvenlik görevlileriyse, neyi nasıl kontrol edeceklerini bilmeden iş yaptıklarını sanıyor. Mesela, fotoğraf makinesinin içeri sokulmaması için sert bir dille uyarıda bulunan (ipad ve cep telefonlarının çekim yaptığını unutmuş olacak) güvenlik görevlisi, kendini ifade edemeyince yüksek güvenliği!!! sağlamak adına makineyi clutch çantanıza sokmanızı istiyor. Amaç fotoğraf makinesini sokmamaksa yerinize geçtiğinizde sizi kim kontrol edecek? Sorunun cevabını kimse veremiyor, kısacası ortada oyalama, çok laf, az iş!
Oysaki, inanın çözümü bu kadar zor değil. Örneğin, Milano’da gerçekleştirilen defilelerin çoğunda iki tip davetiye dağıtılıyor; ya isme özel ve üzerinde oturulacak sıra numarasının yazılı olduğu ya da standing olarak davet edilen numarasız davetiyeler. Böylece herkesin yeri belli, sen otrudun ben oturdum kavgası olmuyor. Ayrıca çifte standart yok; bir Anna Wintour da siz de aynı kapıdan içeri giriyorsunuz; sırayla, tek tek, davetiyenizle! Aslında galiba sorun çok öncesinde doğru davetli seçimiyle çözülüyor, öyle işi olmayan altın günü havasında defile izlemeye gelen kimse çağırılmıyor.
Türkiye ve değerli moda tasarımcıları adına, seneye bu aksaklıkların giderildiği taze bir İstanbul Moda Haftası organizasyonuyla karşılaşmayı diliyorum. Defile yorumlarımı bir sonraki yazıma bırakırken, bu karamsar havadan biraz olsun kurtulmak için size yazın moda ikonuyla veda ediyorum. Defilelerde bile böylesi görülmedi, siz ne dersiniz?